15 Ocak 2014 Çarşamba

ZAMANIN OTESİNDE

Kimdi
ilk kapıyı açan
Kimdi
yaratıcı fikir size tüm kapıları açar... diyen
Kimdi
'im ayna sim ayna adresim ayna' dizelerinin yazarı
Kimdi
yolda yoldas yoklukta azık olan
Kimdi
timsah gözyaşları döken
Kimdi
sessiz denizlerindeki mavi
Kimdi
yelkenler rüzgarla doluyken yanında olan
Kimdi
maskelerin prensleri ve prensesleri
Kimdi
yaratıcı fikirlerin bir bir kapıları açarken elinde şapka ile dolaşan 
Kimdi
kalabalığın seyre geldiğini bilen
Kimdi
gençlere inanan ve onların hayal kırıklıklarını yaşayan
Kimdi
suyun sesını dınleyen 
Kimdi
nehir kıyısında büyüyen
Kimdi
kuzıne sobanın sıcaklıgında kıtaplarla aydınlanmış
Kimdi
yokla yola çıkmış olan
Kimdi
kendi masallarını yazan
Kimdi
luzumsuz işler prenslerinin kurtarıcısı
Kimdi
kaybetmekte bir kazançtır diyen
Kimdi
sıfırları toplayarak bir elde edilemeyeceğine inanmayan
Kimdi
sen ve ötekiler arasındaki köprünün 
buza çizilmiş resim olduğunu bilen
SEN
kendine inandığın sürece yalnız yürümezsin 
ama bilirsin ki tepedeki odada tek adam oturur
ve onun için son yeni bir başlanğıçtır...

26 Kasım 2013 Salı

DEĞİŞEN NEDİR GÜVERCİNLERİ

akşamüstü. insanlar geçiyor çığlık çığlığa kuşlar
çınaraltı’nda. yudum yudum içiyorsun çayını
yudum yudum içiyorsun boşa düşmüş gençliğinin ağusunu
dil susmuş
yürek yangın
fersiz gözleriyle bakırcı ustaları geçiyor gözlerinden
allı güllü sessizlikleriyle ahçı yamakları, bulaşıkçılar
cikleti  yanaklarından sarkmış terzi kızlar
serçe parmakları bir kilimde nakışlı kızlar
ütücü kızlar
çekingen sefertaslı mürettipler
bir simitçi, bir simitçi daha haniya akşamın
fotoromanlar
memur eskisi memurlar
kitap eskisi katipler
anı eskisi anılar
yarım düşler az uykular umutlar
bir ince yağmur
bir ince akşam
bir ince sevda
bir ince bakışla geçip gidiyorlar gözlerinden

            abi sevdiğinin başı için, ne de yakışmışsınız
tez olur düğününüz, on liralık abicim
sevabına güvercinlere bir avuç yem
sevdiğinden ayırmaz bir avuç yem
güvercinlere abicim

bir çay daha içmeli
bir sigara daha
bir
karanlığa kavuşmadan nasırlı ellerin buğusu

geçip gidiyor ferdi tayfur, neşe karaböcek, orhan gencebay
el arabalarının boğuk hoparlörlerinden
bulmacalı afişlerden
ikramiyeli posterlerden
bir yardan bir yaraya
bir sudan bir asumana
bir şarkıdan bir şarkıya
             
             avareyim avareyim
             çok seven bir divaneyim
             sana aşık olmasaydım
             seni böyle sever miydim

             ben bir damlayım
             sen bir denizsin
             ben gökte yıldız
             sen güneşimsin

huysuz muyum uçup gideli alıcı kuşlar uçurumlarımdan
belki
ama
kalbim
ne çok yorgun kalbim ne çok

bir ses:         yalnızlık allaha mahsus
                    her insan bir eş arar
                    taşın kalbi olmaz derler
                    onu da yosun sarar
bir oyun:       tilki tilki saat kaç
bir kız:          ne çok sevmelerimin hülyalı kızı
bir not:         tutukluluğuma karar verildi. aranıyorum

bir ince nakışla geçip gidiyor akşamüstü
oysa dün gelecekti
sabah alnımdan öperek uyandıracaktı
çay demleyecektim
uzun uzun konuşacaktık dünyadan ve insanlardan
sinemaya gidecektik
sevişecektik belki
belki el ele deniz kıyısına inecektik
acıların uzağında
kederlerin uzağında
kanat vuracaktık martılarla
kandili mavi alevli sulara
ama tek sütun üzre bir haber
fermanı yazılmış
solmuş
zulmün görünmez ufkundan
kalbini karalayan güneş
kalbim
ne çok yorgun kalbim ne çok

geçip gidiyor yüreğimi kavuran ağusu genç ölümlerin

bir akşamüstü
çınaraltı’nda
bir güvercin
sordu kendi kendine
-         -  değişen ne?

sordum kendime
bir de güvercinlere
çınaraltı’nda
bir akşamüstü
-         - değişen ne?

yüzünde bembeyaz bir hüzün
elinde mavi yıldız çiçekleri
sevdaya susamış yüreğinle
ikinci cemre düşer düşmez toprağa
umutla inançla kavgayla
< yokuşu tırmanıyorsa hayat >

sen de sor kendine
bir akşamüstü
çınaraltı’nda
-         - değişen ne?
      değişen ne?

      REFİK DURBAŞ

BİR İzmir ile vedalaşma günlerinin yaklaştığını içten içe hissettiğim günlerin birinde kara kaplı defterime yazılmıştı. Sonra o çınarın altında tek başıma oturup defalarca bu şiiri hatırladım... bu gün de o günlerden biri
       arpacı ali sokak sarı cınar yapraklarıyla dolu... bir kez daha okumak için aradım ve buldum... sana kapılar
       açan dostların olmayınca dünya sonsuz bir sessizlik... sonsuz bir boşluk...
a
BİR

BBİİ

28 Mayıs 2013 Salı

MANGA MUTFAK NEDEN KAPANDI VE NEDEN AÇILMALI?

Çocuktum... feleğin çemberinden geçmek, sokakta duyduğum anlamlı bir sözdü. Kendini gözlerimin önünde arabanın altına atmaya çalışan kızın, aslında karnındaki bebeğe 'hayat boyu nafaka babası' aradığını görmeyecek kadar 'tecrübesizdim'. Büyüdüm, feleğin bataklıklarını da, krallıklarını da yaşayarak, ama hep insan seçmekte hatalar yaptım.

Hayatın yokuş aşağı koştuğu günlerde, hiç beklemediğim bir destek buldum. Gözlerim doldu ağladım. Yokuş aşağı giden günlerin sorumluluğunu almasa da, sağ kolum ve yaşananların sorumlulardan biri 'timsah gözyaşları' demişti. Hiç bir şeye o kadar öfkelenmemiştim.

Her biri farklı profil, 150'den fazla insan kendini bir şekilde 'Manga' da ifade etti.Ve en zor günümde gürültülü bir biçimde gittiler. Çınar Ağacı gölgesi yazı güzeldir, ama sonbaharla yaprakları dökülmeye başladığında?

Ve 2012 yılının nisan bir'inde, içim buruk bir şekilde Manga Mutfağı kapılarını kapadı. İşler güçler bir süre başka bir çatı altında devam etti, sonra o da bitti. Çatı üstünde çatı olmuyor.  Benim aldığım karardan kimse zarar görmesin istemiştim. Geçen on sekiz ayın sonunda 'kapıların kapanmasının' pek iyi bir karar olmadığını sık sık düşündüm. Ama mecburdum!

Neden Kapandı?

Bu sorunun belirgin ve net bir yanıtı var: tamamen ekonomik. Manga sadece çalışanlarına yetecek bir ekonomiye sahipti. Onu bulunduğu yere getiren 'paydaşları' bu ekonomik varlığını bitirmek için tüm enerjileri harcadılar, gardını düşürdükleri günlerin ertesinde daima dimdik ayakta kaldı...

Dokuz yıl, geceni gündüzüne katıp emek verdiğin 'marka' eşyalarını toplayıp gittiğinde aşık olacak başka bir marka bulursun. Eline silah alıp sokağa çıkmazsın:(

Neden Yeniden?

'Ben gittim... hem de 5 yıl önce, kriz vardı ve her yer alev alevdi. Yerime gelenler seninle çalışmaya devam etti ve etmek istiyor. Demek ki, burada farklı bir yemek pişiyor... Ateşin altını bir an önce yak! Sen yemeği pişir, onu birileri sofraya koyar'

'Manga'dan sonra 3 ajansta çalıştım. Gecemi gündüzümü verdim... Hiç biri beni mutlu etmedi. Bir sabah balkonda bir şeyler çizmeye başladım. Sonra bunları internet üzerinden satmaya... Manga'daki gibi mutluydum. Çünkü, kendimi ifade etmenin yeni bir yolunu bulmuştum. Sen bize kendimizi ifade etme fırsatı veriyordun!'

'Diski taradım... 10 yıl 1642 sunum... ortalama 2 günde bir sunum hazırlanmış... 2007 yılında 55 yeni müşteri ziyareti var... Bu disklerde kolay rastladığım bir durum değil. Danışmanı olduğun şirketin diskini taradığımda ise sadece 22 sunum bulabildim...'

'Ben gidiyorum. Sizinle 3 ay kadar çalışabildiğim için üzgünüm.. Buranın patronları, iş adamı. O nedenle sizin önceliklerinizle onlarınki farklı. Burada farklı bir hayat var. Sizin adınız, bu yaşam biçimiyle yan yana durmamalı... Siz benden 20 yaş büyüksünüz, bunu söylemek bana düşmez. Ama adınızı koruyun....'

'Manga'dan ayrılalı on yıl oldu. kahvaltıları özlüyorum... Sandman'in ajansa geldiği günleri... sabahladığım geceleri... gene de senin yaptığını yapardım! Alır başımı giderdim!'

'Son beş yılda senin yaşadıkların beni yordu. Sen nasıl yorulmadan ayakta kalabiliyorsun? Bence al çoluğu çocuğu Kaş'a git. Bir dalış okulu aç. Ve buraları unut...'

Son beş yılda... dostun çok kıymetli ve az olduğunu... düşmanın insanı kül edebileceğini... ticarette duygunun yeri olmadığını... sizden milyon dolar kazanan birinin sizi beş lira için ipe göndereceğini... gördüm ve yaşadım. Dost bildiklerimi kaybettim. Beklemediğim dostlar kazandım...

Ve herkesin bir takvimi vardır. Benim kaç yaprağım kaldı bilmiyorum. Ama kalan yaprakların bir kısmını da eski bir geleneği uyandırmak için ayıracağım...

Benimle birlikte... hızlı düşünen, samimi, dürüst ve işinde tecrübeli hayatta acemi Manga'nın yemeklerine alışan, ben kapılarını başkaları adına çaldığımda kapılarına bana Manga diye açan 'dostların' baskısıyla...
GO'nun yeniden başlayacak...



25 Şubat 2011 Cuma

O GÜN SENİ TERKETMEDİYSEM... DİYAR-I TERK ARTIK İMKANSIZDIR...

ince ince bir yağmurla dönmüştüm eve, sehri boğan bir sisle uyandım...sis azalır diye uyudum, uyandım sis iyice esir almış koca istanbul'u... harem'e yürüdüm, değnekçinin itelemesiyle otobüslerden birine bindim. harem çıkışında gözlerim kapandı. uyandığımda öğlen olmak üzereydi, susurluk'ta moladaydık. burada ne işim vardı? ben 3 saat önce işte olmalıydım...yanlış otobüsteydim. bunu patron nasıl anlatacaktım? 3 patronun 3 sekreteri vardı... benimkininki cin gibiydi... zühre 2. sekreterdi ve naklen yayın yapardı. füsun hiç olmazdı... telefona çıkana anlattım, o da hulki aktunç'a yani benim patrona anlattı...'üzerimde bi kırıklık var, yarın da ben işe gelemeyeceğim ama o gelsin!' demiş... şirketten kekre çayın ardından otobüs yola koyuldu...

bagajda ne bir valizim vardı, ne de valize doldurduğum yorgunluklar. sevmemiştim şehri istanbul'u. düpedüz bir gündüz yolculuğuydu ya da sessiz bir kaçıs. otogardan amerikan pazarına kadar yürüdüm. fil pizzada günün ilk ve tek yemeğini yedim. öğrenciliğim bu sokakta geçmişti. ilk kumruyu bu sokakta yemiştim. evimdeydim ama neden kapıyı çalıp içeri girmiyordum? neden tüm yorgunluklarını valize koyup gece yolculuğuyla kendini izmir'de bulmuş bir yabancı gibi dolaşıyordum kordon'da...

yaşadıklarımı düşündüm... yaşadıklarımızı... evde bıraktığım 3 kediyi. evcil -ki benimle o yıl dahil 16 yıl yaşadı- yürüyentüy ve siyah. sen ilk giden olacaktın, ama onlar bir akşam bile beklemeyeceklerdi seni benim beklediğim gibi... herkesin iki katı çalışıp yarısı kadar kazandığım bir işim, 3 kedim ve hatırlamak istemediklerim vardı. yanlış otobuse binip izmir'e gittiğime inanan bir patronum:)

kapıyı çalıp içeri girmesem de evimde izmir'deydim. kanım sıcak, yüzüm güleç, hayatım kaostu. en sevdiğim en güvendiğim 'bu satırlar ancak tutkuyla yazılır' dediğim, rüyalarımı çalmış... çalmakla kalmamış onları 'sadece yazarların okuduğu' bir dergiye satmıştı... sen sadece 'hayat' demiştin.

gidecek yerim çalacak kapım çoktu, ama konuşacaklarımı kimsenin duymasını istemiyordum. başımı kouacağım omuz, yüzümü görünce aydınlanacak yüz çoktu, kimse poyrazda dağılmış yüzümü görmesin istiyordum. ne geri dönecek gücüm vardı ne de kalacak...

liman'da oturup acı bir kahve içtim. emekli ikinci kaptan ibo ile bir el tavla attım... sadece zarları konuşturduk... 'kahve benim borcum sen evine git!' dedi, oysa ben kendimi evimde sanmıştım. bu duyguyu bir daha yaşamamak ve yaşatılmasına izin vermemek kararlılığıyla ilk otobüse bindim...

tam yirmi üç yıl bir nefes zamanı gibi akıp gitmişti... artık izmir'in sık sık gittiğim şehirlerden bir farkı kalmamıştı. iki çocuğum... güler yüzlü bir eşim ve manga vardı... sanki manga bir var bir yok gibiydi... yine ayaklarımın altından kayıyordu toprak... yarılsın da toprak içinde yitsem istiyordum... bitmiyordu yol... susmuyordu telefon... her sözü senet olan ben hiçbir sözümün arkasında duramaz olmuştum... gücüm güçsüzlük, sesim sessizlik olmuştu... evin yollarına düşüyordum her akşam, her akşam o ilk gidişi düşünerek. eve vardığımda çocuklarımın gülüşünde fırtınaları unutarak...

o günü bir kez yaşadım... ama 1024 gündür hergün o günü hatırladım. neden?

çantasına bir kitap, iki çamaşır, flashdisce yarım yamalak yazılmış iki şiir ya da bir hikaye koyup karşıma dikilip... 'gelecek benim' diyenlere kapıyı açıp... hatalarının bedelini ödemek için mi? sözleri kötü pişirilmiş bir bıldırcından tatsız, ama egoları tavana vuranlara bir adres olmak için mi?

kimbilir... belki de o gün 'üzerimde bi kırıklık var, yarın da ben işe gelemeyeceğim ama o gelsin!' diyen Hulki Aktunç gibi olamadığım içindir...

o dönüş sabahı beni uyandıran muavin bremen mızıkacılarını okuyordu, almancadan...
'horoz bizimle gel dedi... ölümden iyisini nerede olsa buluruz...'


18 Ocak 2011 Salı

HERŞEYİ BEDELİ VAR... OLMADI YAR!

Küçük bir meyhanede sadece Müslüm Baba çalınır ve dinlenirmiş, plaktan! İstersen telefon edip dilediği şakıyı dinleyebilirmişsin. Müslüm Baba dinlemenin pek iyi karşılanmadığı, arbeskin tü kaka olduğu o yıllarda... o efsane meyhaneyi bulmuştum ve öğrenci evinde telefon olmadığı için ankesörlüden arayıp dinlemiştim 'olmadı yar'ı. Orası hala hayatta ise üzerinde 'olmadının adı yazan plak' benim...

O sabah yanında kalbimin küt küt attığı biriyle buluşacaktım izmir senfoni konserinde. Güzel bir cumartesi sabahıydı. Öğrenciydim, ne burs alıyordum ne de 'baba harçlığı' dışında bir gelirim vardı. Cuma günü 'baba harçlığı da' gelmemişti. Havalenin size ulaşmasının üç beş gün sürdüğü yıllardı. Güzel bir cumartesiydi... Konsere bilet alsam, çıkışta cafeye param kalmıyordu. İkisinden birini seçmeliydim. Planımı yaptım, çıkışta onu bekleyecek ve sanki
konsere geç kalmış girememiş gibi yapacak ve birlikte cafeye gidecektim...

Salonda kimse kalmayıncaya dek bekledim.. Herkes çıktı o çıkmadı! Ayaklarım beni önce kemeraltına götürdü, nefis bir söğüş yedim, gelene gidene baktım. Sahilden eve yürürdüm paramın geç geldiği haftalarda, bakkaldan makarna alır, körfeze karşı akşam ziyafeti çekerdim kendime...

Sokağa geldiğimde hava karamak üzereydi... Ayaklarım yorgunluk, içim öfkeyle doluydu. Bakkaldan makarna domates aldım, ama merdivenleri çıkacak gücüm yoktu... Kapının önünde onu görünce herşeyi unuttum. Bir şişe şarap ve bir plakla gelmişti. Yukarı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum, ama ilk kez makarna bir sonraki akşama kalacaktı. Şarabı açtı, balkona oturduk ve körfeze karşı, konuşmaya başladık. Zamanın durdurulamaz hızında gün batarken başlayan sohbet gün ağırıncaya kadar devam etti. Balkondan içeri geçtiğimizde gün ağırıyordu, koltukta ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama uyandığımda ertesi akşam üzeriydi... Benimle aynı evde yaşamak isteyen 'platonik aşkım' yoktu... Bana bir not bırakmıştı 'sana bunu yapamam!'. Ne dediğini anlamadım... iki hafta sonra okuldan biriyle yıldırım nikahıyla evlendi, 7 ay sonra bir oğlu oldu.

Yaz gelmişti, eve dönerken eşyalarımı toparlarken... o gün bana getirdiği hiç açmadığım paketi açtım... içinde bir plak vardı ve üzerinde not... 'Herşeyin bir bedeli var...' O bedeli aklınca bana ödetmedi...

Cumartesi akşam hayatımın en uzun gecelerinden biriydi. Ne seyretiğimi, ne konuştuğumu ne de konuşulanları anlıyordum. Bir film şeridi gibi son 2 yıldır yaşadıklarımı ve bana yaşatılanları düşündüm... benim başkalarına yaşattıklarımı da. Nasıl olmuştu da 'hayatımı başkalarının ıstakalarının insafına bırakmıştım'... Şimdi bedel ödeme zamanıydı. 'Açım Abi... Ben burada işe başlamaz isem İzmir'e dönecem ve bir daha bu şansı bulamayabilirim!' diye karşımda dörtkat olanlar şimdi şah olmuştu. Ekmeğimi bölüp verdiğim, maaşını zamanında ödemek için maaşı kadar faiz ödediğim 'nefret ordusu' bana bir bedel ödetiyordu...

O plak geldi aklıma... o meyhane hala hayatta mı diye düüşündüm... üzerinde adımın yazdığı o plağı bana çalarlar diye düşündüm... Sonra üç kez, Müslüm Baba'dan 'Olmadı Yar' dinledim..

'Son pişmanlık neye yarar
Her şeyin bedeli var 
Olmadı yar...'
Hakkınız olarak gördüğünüz ama koşullar nedeniyle 'sahip olamadığınız'ın şarkısıdır,  şu sıralar... 

17 Ocak 2011 Pazartesi

YAŞAMAK YÜREK İSTER...

Seksen darbesinin ardından sokaklar boş, merdiveler 'bizsiz' ve sessiz kalmıştı. Arkadaşlarım bir bir nedensiz götürülüyordu... ki içlerinde 'felsefe ders kitabı' nedeniyle giden bile vardı. Bir de Çeşme'den balıkçı kayığıyla karşıya geçip, ardından ikinci vatan Almanya'nın yolunu tutanlar da... Kitaplar ya susuz kuyulara inmiş ya da çatı aralarına çıkarılmıştı.

Yangından iki kitap kurtarabilmiştim 'mesnevi' ve üzerinden onlarca insanın geçtiği bir Oscar Wilde seçmeleri... Oltamı alıp kasabadan yavaş yavaş uzaklaşırken yüksek sesle ya mevlana ya da Oscar Wilde okurdum. Düşünmemek, özlememek, hatırlamamak, akıl sağlığımı korumak için bir daha kitap okumadım hayatım boyunca...Kaynağa ulaşmak, anlamak, çözmek, kavramak ve zamanın tanığı olmak için okudum.

Söğüt altında oturup suyun sesini dinlemek ve sadece kendi sesimi duyduğum dağbaşlarında kitap okumak, beni çok değiştirdi. Sanki uzaklarda olan arkadaşlarıma sessiz bir katılıştı, pasif bir protesto...

Nehir kıyısında doğmak, suyun sesiyle büyümek insanın gelişimini nasıl etkiler bilemem, ben suyun sesini duyabilen, yosun tutmuş taşlara basarak karşıya geçen biri olarak 'geçmişin benim için değerli olmasının yitirdiklerimle dolu olmasından' derdim.

Yazın sıcağı suları azaltır, kıyıdan bakan biri için az su yavaş akar... öyedir de. Yavaş yavaş kayaları oyar ve yatağını genişletir. Yaşamaktan asla vazgeçmez... yaşam olmaktan asla vazgeçmez. Bazen günler süren su kıyısı yürüyüşlerimde 'suyun inadını' yaşamak için yolunu kendi açışını farketmeden izlemişim.

Bilgiden, kitaptan korkanlardan oruç reis, denizcilik tarihi, dünya tarihini bile gizlemişim... Çocuk aklım kimbilir ne korkmuş ya da annem beni ne çok severmiş ki, üzerinde yazı olan herşeyi tavan arasına gizlemiş...

Son on bir yılda 'manga' çatısı altında yaşadıklarıma bakınca... Gelen giden insanları düşününce... Okusun diye önlerine kitap koyduklarım, kendisini geliştirsin diye 'ilan çizdiklerim' yani suyun sesini bilmeyenler; sessizce beklemekteler 'buraya kadar' dememi. 12 Eylül 1980'de sokaklar asker doluyken, sokağa çıkmak yasakken... ben kızılırmak kıyılarında kargalara ' yaşamak yürek ister'i okumuşum. Neden vazgeçeyim ki yaşamaktan!

O günler de çok sevdiğim kambur Orhan vardı, kimse ona kambur diyemezdi... ben derdim! En küçükleri en çocukları bendim. Onun bir sözü son cümlem olsun; 'yaşamak hergün bal yemek değildir, yaşamak sevdiği tatları özlemektir biraz da!'...

20 Eylül 2010 Pazartesi

BANA BİR BEN LAZIM DEĞİL...

Bir zamanlar İstanbul'da Galata Köprüsü varken... altında da Ümmü Gülsüm Rehberi Çayevi vardı. Kaptan eskilerinin tavla sanatının her biçimini icra edip nargilelerine gençleri 'köz' ettikleri bir yaşamdan kalan tortumdu; 'Nereye götürür seni birebir kopyan?' sorusu...

Manga'nın kapıları açılıncaya dek, sağ ya da sol kol aramadım, kendi iki koluma güvendim, sahip olduğum ya da yitirdiğim herşeyi şimdi çürüyen tırnaklarıma borçluyum.

Manga ile birlikte birine ihtiyaç duydum... birini aradım.... birilerini denedim... ikinci ben olmasını istedim birilerinden... İlhan Şeker... Aykut Yılmazer... Sema Teker... Aylin Korucu... Murat Yavuz... Ozan Emre Acar.... Murat Ali... Arzu Uğurlu...

Herkesin bir takvimi vardır, herkes takvimini yaşar birbirinde... Birinin 'takviminin' bittiği gün... 'sen silah arkadaşını kaybediyorsun!' demişti. Ardından 'sırtımdan' bıçaklamaya çalışmıştı. O zaman bir kayıp olmadığını düşündüm...

Oyunculuk sınavına Hamlet'in o meşhur tiradıyla hazırlanmıştım, babası ile amcasını kıyasladığı. Ardından yüze yakın hamlet izledim... Onları ilk görüşte tanırım ve 'dava arkadaşlıklarının' nasıl olduğunu iyi bilirim. O bir Hamletti, oysa benim kılıcı kınında durmayan bir 'silah arkadaşına' ihtiyacım vardı...

Ben ararım... eşelerim... önce yumruk atar sonra özür dilerim... hızlı yer ve hızlı karar veririm. Önce yapar sonra yaptığımı yıkarım... değer veririm, çoğu zaman hakedilenden fazla... İnanırım ve inandırırım... Hayallerim var. Bu şehre geri dönmek için gelmedim ama izmir'e dönmek de hayatın sonu değil, bilirim. Hırslı, mesleki kıskançlığını 'overdose' olan bir adamım. Kimseyi küçük görmem ve küçük görmeyi sevmem... hayallerim, rüyalarım ve umutlarım var. Piyangoya inanmam çalışırım. 'Adamın dayısı var' yerine 'başarmış' demeyi tercih ederim...

Manga'da ben neyim? Denizde kum tanesi... 7 creativden bir fazlası 8'im... 4 MT'den bir fazlası 5' im... finansta 2 finansçıdan bir fazlası 3'üm... Nerede ne için bana ihtiyaç varsa 'o'yum... İşte bu nedenle bana bir ben daha lazım değil...

Olamadığım yerde ben olmanın dışında, bazen bir ayna bazen bir duvar bazen bir engel olabilecek bir 'sen' lazım bana...